davetçinin yetiştirilmesi

Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı 2022-09-16

davetçinin yetiştirilmesi

ZAMAN PROFESYONEL DAVETÇİYİ ZORUNLU KILIYOR

 

Dergideki dosya konusuna istinaden bu ayki röportajımızı davet ve davetçiye, davetçinin yetiştirilmesi üzerine yaptık. Konuğumuz, ömrünün uzun yıllarını gayri Müslimlerin arasında geçirmiş ve gerek Müslümanlar gerekse de gayri Müslimlere yönelik uzun yıllar tebliğ çalışmalarında bulunmuş ve halen de bu hizmetten geri durmayan Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı hoca… Sizleri Hocamızın verdiği güzel cevaplarla baş başa bırakırken müstefid olmasını Allah (cc)’tan temenni ediyoruz.

Gözlemlediğimiz kadarıyla insanları bireysel olarak dine, iyiliğe davet eden az. Bunun sebebi süreç olarak böyle bir şeye ihtiyaç duyulmadığından mı yoksa yeni davetçilerin yetiştirilmemesinden mi?

Öncelikle gelişiniz için teşekkür ediyorum. Fakirhanemizi ziyaret ettiniz. Bu vesile ile ilk defa tanışmış oluyoruz. Davetçiler konusu –İslam’a davet konusu- mühim bir konudur.

Merhum Ebu Muhammed Hamid el Gazali İhya-u Ulumiddin’de ve Kimya-yı Saadet’te şöyle bir sözü var “beş türlü davet var” demiştir. Ama anladığım kadarıyla siz iyi yetişmiş, âlim, profesyonelce İslam’a davet eden, İslam’ı tebliğ eden insanlardan bahsetmek istiyorsunuz.

Yaklaşık 25 sene Amerika’da kaldığım için bu hususta “davet/dava” işini her gün belki iki yüz defa duydum, beş yüz defa başkalarına ben söyledim. Bu işin içinde olduk. Müslüman’ı var, Hıristiyan’ı var, la mezhepsizler var, Vahhabiler var, Bahailer var, İsmailler var, Kadiyaniler var. Dünya’nın her yerinden ayrı ayrı gelen insanlarla, Müslümanlarla ve ayrı ayrı anlayışlarla karşılaştık. Bunların içinde yaşadık çeyrek asırdan fazla. Bu vesileyle azımsanamayacak düzeyde bir tecrübe kazandık diyebiliriz. Hıristiyanlarla konuşma, diyalog-monolog, gerek dinler arası, gerekse de dindaşlar arası, konferanslar, seminerler vb. gibi çalışmaların içinde olduk. Halen de bu çalışmaların içinde sayılırım. Onun için cevabım şöyle olacak.

Evvela profesyonel daî (davetçi) yetiştirilmesi lazım. İslami ilimleri iyi bilecek, ulumu aliyye –alet ilimlerini- iyi bilecek, sarf, nahiv, belagat ve tüm branşlarını iyi bilecek. Bunlara ilaveten ilmu’l munaraza, ilmu’l cedel gibi dallara da mütebahhir olacak. Hafız olacak belki bu şart değil ama Kur’an-ı Kerim’e hâkim olacak. Tefsiri bilecek, Hadisi bilecek, usulü, fıkıhı bilecek, İslam tarihini bilecek, ashabın hayatını bilecek. Böyle iyi yetişmiş bir âlim tipi ve böyle iyi yetiştiren bir mektep tipi olmalı.

Fakat bunlar yetmiyor. Bunları başkasına en iyi şekilde transfer edecek, ehemmi mühimme tercih ederek, ifade gücü “إنّ من البيان لسحر” –sihirli gibi- konuşacak, beyan edecek ve İslam’ı değiştirmeden “كلّم الناس على قدر عقولمن” -kelamı kibar- muhatabın muktezası, hale göre, muhatabın seviyesine göre konuşacak. Tecrübeli, bu işte pişmiş insanların yetişmesi maalesef İslam dünyasında ihmal edilmiş. Osmanlı devri medreseler var, ulema var… Bu röportajı okuyanlar kusuruma bakmasın, eksik söylemiş oluyorum yahut onların inançlarına aykırı söylüyorum. Medreseler var, âlimler var, fakat onların çok içinde talebeler fakat halka böyle müesserir bir şekilde hitabet edecek nadir şahıslar, muazlar, vaizler, nasıhlar nadir çok yok. Hele gayri Müslimlere gidip de onları fevc fevc İslam’a davet edecek, muvaffak olacak kim, hangisi, nerede… Ama Anadolu evliyaları var, Horasan velileri var, onlar alim değil, daha çok tasavvufa meyilli ehl-i tarik, gönül adamı… Onlar sayesinde Anadolu Müslüman olmuş. Alparslan’ın ordusu içinde o tip insanlar âlim değildi. Tefsir, hadis, fıkıh, medrese mezunu değildiler ama gönül adamıydılar.

Bir insan hayvandan iki şeyden ayrılır. Bir; beyni var, iki; kalbi var. Bir insanın ya beynine hitap edeceksin. Makul muhakeme, akli yahut hislerine, duygularına, sevgisine, kısaca kalbine hitap edeceksin. İslam’da kalp imanın merkezi… Her ne kadar tıp bunu kabul etmese de… Çünkü kalbi sadece bir pompa vazifesi gören organ olarak kabul ediyor. İçinde his yok diyor, duygu yoktur, anlayış yoktur, inanç yoktur, iman yoktur. Hangi doktora sorarsan böyle der. Anatomik bakımından, fizyoloji bakımından, tıp bakımından böyle diyorlar ama biz öyle kabul etmiyoruz. Gönül var, dil var, kalp var.

Şimdi bir insana bir şey anlatmak için söz var, kelime var, lafız var. O muhatabın da kulağı var, gözü var, beş duyu organı var, su var bir de kalbi var, duyguları var.

Şimdi medreselerde âlim yetişiyor ama bunlar en iyi şekilde muhatabın beynine girecek, kalbine hitap edecek şekilde yetişmedi-yetişmiyor. Selçuklular dâhil Osmanlı devrinde Gayr-i Müslimlere İslam davasını anlatacak daî’ler, Gayr-i Müslimlere, Müslümanlara demiyorum, velileri demiyorum, Anadolu evliyalarını demiyorum, Horosan velileri demiyorum, Merkez Efendi’yi demiyorum, Sümbül Efendi’yi demiyorum. Balkanlarda Sarı Saltuk demiyorum. Bektaş’i –tabi oralar da bozulmuş şimdi- demiyorum. Hacı Bektaşı Veli’yi demiyorum. Ahilik teşkilatı, loncalar vs. demiyorum. Onlar müessir, kalbe hitap ediyor; çok âlim değil.

Bu dava işini, yetiştirme işini ihmal etmişiz. Profesör Hamidullah (mübarek merhum hocam) 1957’de İstanbul Üniversitesi’nde İslam Anayasa Hukuku’nu anlatırken, Fransa’dan gelme bir metod var; teşri, icra, kaza… Tefriki kuvva –kuvvetler ayrılığı-. Teşri olacak, meclis vs. kanun yapacak. İcra olacak, bu kanunları icra edecek-bakanlar kurulu, hükümet-. Bir de kaza olacak, hâkimler bitaraf… O kanunlar tatbik edildi mi edilmedi mi? Bu, doğru tatbikini sağlayan üç kuvvet. Yani İslam anayasasında da Kur’an’a uygun bir şekilde bu sistem “İslam” kelimesi ile beraber kabul edilebilir. “Ama” demişti, Hamidullah Hoca “İslam devletinin dördüncü bir fonksiyonu var. Nedir o? Dava ve tebliğ! İslam’ın tebliği. O dava ve tebliğ çalışmamış, benim tenkidim.

Çin’de bir milyarın üstünde insan var. Mesela derseniz 15. asırda, 16. asırda 17. asırda Fransa’ya, İngiltere’ye gönderilmiş Osmanlı âlimleri davayı, İslamiyet’i anlatmışlar. Fransızca konuşmuşlar, orada yaşamışlar. Müessese kurmuşlar. Maalesef üç asırlık, dört asırlık böyle bir müessese yok. Gitmemişler. Gönderilmemişler. Böyle bir dava olmamış.

Güney Amerika, milyonlarcası İspanyolca konuşuyor. İslam kelimesini duymamışlar. Ayıp değil midir? Göndermemişiz. İslam devletleri dava adamı yetiştirmemişler.

Peki, hocam dava adamı nasıl olmalı?

Tabi ayet-i kerimenin ifadesiyle bunu hikmet ve güzel sözle yapıp, karşıdakini incitmeyecek, kırmayacak şekilde olmalı. Araya zırh koymayacak. Senin söyleyeceklerini sana iade etmeyecek, kızdırtmayacaksın karşındaki adamı. Hakaret etmeyeceksin.

Camilerde bile bugün vaizler cemaati kızdıracak tenkitlerde bulunuyor. Sonra ne oluyor? Cemaat araya bir zırh koyuyor, “ya ya ya bunu çok dinledik” diyor “ömrümüz boyunca bunu dinledik, yeni bir şey söyleyemiyorsun, kafanı tutturmuşsun bir şeye, memleket batıyor, haberin yok” diyor. Kısacası davetçi yetiştirememişiz.

Yeni davetçiler neden yetişmiyor?

Evvela profesyonel davetçiden bahsediyorsak; yani davetçi çok. İmamlar var, müezzinler var, onlar yumruk atmıyor. Herkesi davet ediyorlar. Ezan davet. Bu açıdan bakarsan çok değil mi? Ama insanlara profesyonelce hitap edecek daha doğrusu bu yönde davetçi yetiştirebilecek bir müessese yok. Ezher’de böyle bir bölüm var. Yalnız burada öyle bir müessese yok. İlahiyat fakültelerinin tümü İslamiyet’i öğretiyor, hutbe nasıl verilir ama irşad müesseseleri yok. Davet muhatabına göre değişiyor. Fransız’a yapacaksan, Fransızca yapacaksın. Fransızca bilen kaç tane âlim var. Tümüyle yok demiyorum, muhakkak kenarda kıyıda var. Mükemmel İngilizce, Almanca bilen kaç kişi. Bizim Almanya’daki imamlar Türkiyelilere hizmet ediyorlar. Beş sene, on sene orda kalmış İngilizce öğrenmemiş. Gördüm, talebelerim var Almanya’da.

Yabancıya davet için onun dilini bileceksin, onun dinini bileceksin, onun muhatabını bileceksin. Sen “kitap” dediğin zaman, “peygamber” dediğin zaman o ne anlıyor. Aynı şeyi mi anlıyor? Anlamıyor ki! Hıristiyanlarda “peygamber” konusu yok. Cebrail geliyor, vahiy getiriyor, böyle bir şey yok. Ancak buralardaki arkadaşlar evvela Hıristiyanlığı bilen yok. Az. Hıristiyanlığı bilmiyoruz, biliyorsak bile Katolikleri biliyoruz, Ortodoksları biliyoruz. Onlar da komşumuz olduğu için –İstanbul’da var hani-. Protestan diye bir şey var Amerika’da, bambaşka, Katoliklerin tanımadığı. Onlar da Katoliklerden kaçmışlar, yerlerini yurtlarını bırakmışlar. Avrupa’da Amerika’ya sığınmışlar, iki yüz elli, üç yüz sene evvel yerlerini yurtlarını bırakmışlar, Katoliklerden kaçmak için. Böyle bir Hristiyanlık var, bilmiyoruz. Onları bilmek gerekiyor.

Sorunuzun en kısa cevabı böyle bir müessese yok, yetiştirilmesi lazım.

Sizin bu noktadaki fikrinizi sorsak?

Benim –fakirin- görüşü elli sene, altmış senedir bunu düşünüyorum. Şimdi daha kuvvetli ama aynı düşüncedeyim. O da nedir? Uluslararası, milletlerarası seviyede hitap edecek, yabancı dil bilen, güçlü, İslami ilimlere vakıf, aynı zamanda tebliğ metotlarını –sosyopsikolojik- muhatabın seviyesine göre ayarlayabilen âlimler yetiştirecek –uluslararası âlim- , mahalle âlimi değil, kasaba âlimi değil, bütün dünyaya hitap edecek, gücüyle, Arapçasıyla, tefsiriyle, bilgisiyle… Bütün mezhepleri bilecek, mukayeseli fıkıh bilecek –Şafii, Maliki- Hanefi, Hambeli- Şia bilecek, hele batılılara hitap edecekse kilisenin itibar ettiği din adamlarının kitaplarını okumuş olacak. Çünkü onların kitaplarını okuyan kimselerle konuşuyor. Kendisi konuşurken onlara uygun konuşacak. Latince bilecek, Grekçe bilecek –Latince ve Grekçe batı medeniyetinin ve Hıristiyanlığın temel dilleridir- terminolojileri bilecek. Ona göre konuşacak.

Şu an böyle bir müessese yok. Müslümanlar kendi kabuklarında, yani kuyu gibi bir yerde imişiz. “Tu mera heci be go, men tura molla be goyem ” –Sen bana hacı de, ben sana molla diyeyim- Birbirini methetmişler, birbirlerinin sırtını sıvazlamışlar. Ya hu başkası ne diyor senin hakkında ona bak. Biz kendi kendimize methetmişiz. Beş on mürit, beş on talebe, camiye gitmişiz, vaiz konuşur, anlaşılmasa da kimse –anlamadım- demez.

Onun için diyorum ki yapılacak iş, uluslararası âlim yetiştirme merkezleri kurmak.

Bizde, elli altmış senelik bu güzel arzunuzu kalben destekliyor ve olması noktasında dua ediyoruz. Peki, hocam; kendini İslami cemaatlerin safında gören insan çok, ancak diğer insanları davet etmekle sorumlu gören insan sayısı az. Bunun sebebi nedir ve fertlere böyle bir şuur nasıl kazandırılır?

Tekkeler var, şeyhler var, onların müritleri var, bunlara bağlı olanlar var ama bunlar Türkiye nüfusunun yüzde ikisi ya da beşi değil.

Ehli tarik doğuda biraz var. medreseler var, zahiri ilimleri tahsil eden, uzun seneler sürüyor bu eğitimleri. Yani bu halkalarda davaya/davete göre bir müessese yok, profesyonel davetçi yetiştiren bir şey yok, aralarında bazen güzel konuşan vaiz çıksa bile o da devede kulak gibi. Millete dönük, millete müessir bir şey yok. Evvela böyle bir program yok, böyle bir dert yok. Tarikat şeyhleri müritlerini çoğaltmak istiyor, yani Nakşi Kadiri’ye göndermiyor, “biraz biraz” çoğalsın diyor. Geneli böyle… Herkes kendi grubu içinde bu tutumu sergiliyor. Camideki hocalar da genel vaaz ediyor. Onlar tam bir daî sayılmıyor.

Kolay kolay duymadım mahallede, köyde bir cami imamının sağdan başlayıp bütün evleri tek tek ziyaret etmesini, oralardaki insanlarla tanışıp, kalplerine hitap ettiğini. Evleri tek tek ziyaret edip her yerde en az bir saat, iki saat oturup muhabbet ediyor tabi imam bu ziyareti hanımıyla beraber yapıyor. Gittiği yerlerde ev sakinleri ile tanışıyor, evin çocuklarını tanıyor, onlara şeker veriyor. İmam ev sahibine derdini sıkıntısını soruyor, hastasını ziyaret ediyor. Yoksa imkânları hastayı doktora götürüyor, ilaçlarını alıyor, köylünün, mahalle sakinin problemini çözmeyle uğraşıyor.- bir ay, iki ay, üç ay süren bu ziyaret sonrası evlerin tümü ziyaret edilmiş oluyor ve bu işlem yeniden baştan başlayarak aynı şekilde yapılıyor.

Köyde ya da mahallede iki imam varsa bunlar köyü, mahalleyi bölüp o şekilde ziyaret ediyor. Ama bahsettiğim şeylerin gerçeği yok bugün… Evler harap, evler kırgın, adam karısını dövüyor, ailesiyle görüştürmüyor, gelin öyle… Bunların arasını düzeltecek imam görmedim, sen duydun mu? Bir köyde ayırım yapmadan köyü dolaşan ve tekrar giden, tekrar giden… Bulunduğu köyde, mahallede yıllarca kalmış ama böyle bir davranış sergileyen bir imam görmedim, böyle birini duymadım. Bul bir tane, gidelim köle olalım ona. Yok. Kusura bakma aklımız havada. Bunu yapmadan olur mu? İnsanların kalbine girmeden olur mu? İnsanların beynine hitap ederek, aşk, şevk, neşe, kardeşlik, dostluk olmadan olur mu? Böyle imamlarımız, böyle insanlarımız neden yok?

Özür dileyerek araya gidiyorum. Hocam bu bahsettiğiniz nasıl olur, ne yapmak gerek bunun için?

İmkânım olsa bir müessese kurarım, profesyonel davetçiler yetiştiririm. On beş aileye bir imam, ama imam hanımıyla orada yaşayacak. Orada muhtar değil o bilecek mahalle çocuklarının isimlerini, çocuklarının durumlarını. Çocuklar ne yapıyor, dersleri imtihanları ne düzeyde… Orada bulunan ailelerin durumunu bilecek. Adam hanımına zulmediyor mu? Çocuklarına sahip çıkıyor mu? Aile anlaşmazlıklarında düzelten taraf olacak. Bu insanların kalplerine nüfuz edecek, kalp kırıklıklarını giderecek, bir evde kırık kalp olmayacak.

Tabi bu memlekette asılan hocalar olmuş, itilen hocalar olmuş. Kapatılan ilim yuvaları olmuş, zulmedilenler olmuş ve halen devam eden zulümler var. Yani inzivaya çekilmişler. Kendi kabuklarına çekilmişler. Âlimleri yok ettiler, lider kalmamış. Bugün ki hali bir taraftan buraya bağlıyorum.

Bir insanın iyi bir davetçi olabilmesi için hem maddi hem de manevi olarak kendini yetiştirme konusunda neleri öncelemelidir?

Açıkçası ben profesyonel davetçi üzerinde duruyorum. Yoksa herkes davetçi olabilir. Batıda profesyonel tebliğci misyonerler var. Misyonerleri yetiştiriyorlar. Yabancı dilleri öğretiyorlar. Öğrenmeleri gereken her şeyi öğretiyorlar. Onu Afrika’nın ücra bir yerine kimsenin gitmediği bir köşesine gönderiyorlar. Avustralya Aborjinlerine gidiyorlar. Doktor kendisi ama bu işe kendisini vakfetmiş. Kilise de bu adamın arkasında, parasını yolluyor. Adam işe orda başlıyor. Başlıyor insanları tedavi etmeye ve İncil’i göstermeye… Bulunduğu yere de küçük bir kilise kuruyor, hem misyoner hem de doktor.

Müslümanlarda misyonerlik teşkilatı yok, bu büyük kusur. Bizde herkes muvazzaf gibi bir şey ama herkes ortada kalıyor. Eğitim olacak. Bunun için profesyonel davetçinin yetişmesi için müesseseler lazım. Onu alacaksın tefsir, hadis, fıkıh, ondan sonra yabancı dil –gönderilecek yere göre-, sosyoloji, psikoloji, antropoloji… Yani davetçi muhatabına göre kendini yetiştirecek, ona göre kendini donatacak biri olmalı. Dava ya da davetçi dediğimiz şey umuma açık, sokağa çıkacaksın, bu yönüyle davetçi olmak farklı bir şey, misyonerlik gibi bir şey, tebliğ… Ecdadımız/ Peygamber Efendimiz aleyhis selam zamanında yapmış, Ebu Eyyubi El Ensari fütuhat için gelmiş, sahabe bunun için gelmiş değil mi? İslamiyet böyle yayılmış. Bugün bu tavır kalmamış, uyuşukluk gelmiş.

Bu noktada şunu sormak istiyorum. Hocam eski davetçilerin hayatlarını ve davet yöntemlerini öğrenmek bir davetçi için ne ifade eder?

Çok şey ifade eder. Eski davetçilerin hayatlarını bilecekler, o müessesede öğrenecekler, Ricalü`l-Fikr ve`d-Da`ve fi`l-İslâm isimli Ebü`l-Hasan Ali el-Haseni Nedvi gibi büyük âlimlerin kitabı var. Bunlar çok önemli, onların hayatlarını bilmek önemli. Resulü Ekrem’in, sahabelerin hayatlarını, fedakârlıklarını bilmek çok önemli…

Evvela İslami ilimler Arapça olduğu için Arapçanın öğrenilmesi lazım. Biz Arap değiliz. Müslümanların dünyada yüzde sekseni Arap değil, ırken Arap değil. Onun için Arapçanın öğrenilmesi şart, klasik, Kur’an Arapçasının öğretilmesi gerek. Bunun öğretilmesi için bir müessese lazım.

Bu dava işini yüklenen camia ve kurumlara gelecek olursak iyi bir davetçi yetiştirememelerinin sebebi nelerdir? Bu açığı kapatmak için yapılması gerekenler hakkında neler söylemek istersiniz?

İyi bir davetçi için, iyi bir müessese olacak. Profesyonel davetçi bir okulda yetişir, bir akademide yetişir, bir enstitüde yetişir… Ondan sonra sahada çalışarak, tecrübe kazanarak pişer, yetişir. Bu zaman alabilir, hem bilgi lazım hem de icra lazım. Davet hem bilgidir hem de sanattır. Sanat ne demek? Hem icra olacak, değil mi? Bunun için müesseseler lazım. Müesseseler üniversite üstü olabilir, orda yabancı dil olacak, sosyal psikoloji dersler olacak, antropoloji olacak, genel sosyoloji olacak, Kur’an sosyolojisi olacak, Kur’an psikolojisi olacak… Tabi bunun için kaynak olacak.

Bana sorulacak olursa, dış için böyle bir müessese yapılacaksa bir ayağı Türkiye’de olsa bile bir ayağının da Amerika’da olması lazım. Çünkü Amerika çok büyük bir ülke… 300 milyon, buradan İngiltere’ye kadar. 3 saat dilimi var Amerika’da. Türkiye bir dilimi kullanır. Çok büyük ülke ama ülke İslam’a müsait –iç siyaset, dış siyaset için bunu demiyorum-. Çünkü din hürriyeti en önemli şey, beyaz Amerikalılar Avrupa’da Katoliklerin baskısından kaçmışlar. Onun için Amerika’yı kurmuşlar. Amerika’da ilk önemli kaide, anayasanın başında her yerde “dinime karışma”. Niye çünkü onun için kurmuşlar orasını. Böyle bir yerde İslami kurum kuruluş kurarım. Uluslararası âlim ve dava adamı yetiştiririm. Buradaki en kabiliyetli gençleri de oraya götürürüm ama bunun için yatırım lazım. Hem de ciddi bir yatırım, öyle küçük değil… Sonra bak nasıl yer yerinden oynuyor.

Hocam dışa yönelik böyle bir arzu ve temenniniz var, peki içe yönelik neler söyleye bilirsiniz?

İçe yönelik evvela bir Müslüman beyin takımı… Bu işin ciddiyetini anlayan insanların bir araya gelmesi lazım. Bir kişi ise bir, iki kişi ise iki kişi ve bu sayıyı çoğaltmaları gerek. Bunların içerisinde birinin görevi mecnunluk derecesinde bu programı yürütmek olacak. Kendisini buna vakfedecek. Yatırımı bulacak, bu alanda çalışacak adam bulacak, ondan sonra ilahiyat fakültelerinden en güzel şekilde yetişen talebeleri, mezunları seçecekler ve orda yurt gibi bir yerde eğitecekler, yetiştirecekler, beş senelik, altı senelik program içinde hem İslami ilimler, hem batı medeniyeti, dili –İngilizce, Fransızca- öğretecek.

Bunlar yan yana gelecek. Türkiye’ye dönükse Türkiye’deki muhatapları bilecekler, tarikatları bilecek, ihtilafları bilecek, sekülerizm nedir bilecek, laikleri bilecek, Kemalistleri bilecek, Kemalistler ne düşünüyor, değil mi? Onlarla konuşacak ya! Tabi bu işi yapacak olanlar iyi seçilecek. Atik komando eğitimi için nasıl güçlü askerler seçiliyorsa bu iş için de böyle seçici davranmak gerek. Komando yüzbaşısı veya binbaşısı elli tane askeri diziyor, onlardan ancak iki tanesini seçiyor. Suratına bakıyor, gözüne bakıyor, “gözümün içine bak” diyor. “Sen çekil, çık” diyor. Çünkü tanıyor, anlıyor.

Türkiye’de Müslümanları birleştirmek için –bu da bir dava- ayrı ayrı âlimleri, mürşitleri tek çatı altında birleştirecek insanlar yetiştirmek gerek. Bu da müessesesiz, plansız, programsız olmaz.

Hindistan’daki Müslümanlar böyle yaptı, bunun için Muhammed Necatullah Sıddiki yetiştirdiler. Şimdi faizsiz bankaların babası Necatullah Sıddiki’dir. Hindistan’daki Müslümanlar lider yetiştirdiler. Bizde de böyle bir şey olması lazım.

Kıymetli hocam Türkiye ortamındaki davetçilere ne önersiniz, tavsiyeleriniz nedir?

Kendilerini çok iyi yetiştirmelerini tavsiye ediyorum. Daha çok yan yana gelerek genç-dinç, enerjik kimseleri manen desteklemelerini tavsiye ediyorum. Bana kalırsa yabancı dil bilecek, Amerika’yı, Avrupa’yı keşfedecek düzeyde kendilerini yetiştirmelerini isterim. Birlik olmalarını tavsiye ederim. Önemine binaen tekrar diyorum, yabancı dil öğrenmelerini tavsiye ederim. Davayı götürmek istedikleri memleket neresi ise oranın kültürünü, oranın sistemini, oranın havasını, kanunlarını öğrenmelerini tavsiye ederim.

Kısacası kendilerini iyi yetiştirmelerini tavsiye ederim.

Bizde inşallah sizin bu tavsiyenizi davetçi kardeşlerimize ulaştırma noktasında köprü olacağız. Hocam çeyrek asırdan fazla Amerika’da yaşadınız. Bu süre zarfında neler yaptınız, çalışmalarınız nelerdi?

Size anlattığım şeylerin aşağı-yukarı tümünü biz orada yaptık. Amerika’da üç tane müessese kurduk. Türkiye’nin oraya methaldar olmasını hep istedim. Parasıyla puluyla ama şimdiye kadar böyle bir şey olmadı. Bu söylediklerimin çoğunu yaptım. Dava da yaptım, diyalog da yaptım, monolog da yaptım, daî imam gibi de çalıştım. İhtilafları çözdüm, karı-koca arasındaki anlaşmazlıkları giderdim, ayıptır söylemesi Resulullah (SAV) döneminde bir cami nasıl çalışmışsa biz bulunduğumuz yerde camimizi öyle çalıştırmaya gayret ettik, müessese olarak. Bana göre hayatımda çok güzel çalışmalar oldu. Size üç tane müessese söyleyeyim.

Birincisi; Kur’an Akademisi, Quranic Academy (IQA) Amerika`da İslam âlimi yetiştirmek üzere kurulmuş dört senelik bir okuldur. Amerika`da benzeri yok. Okul öncesinden başlayarak (5 yaşından itibaren öğrenci alınıyor) 10`ar kişilik sınıflarda ders yapılıyor. İlk ve ortaokul resmi derslerinin yanında, birinci derecede Kurân-ı Kerîm hıfzı ve Kur`ân Arapçası öğretilmektedir. Amaç, Arapça ve Hıfz hocasının koordinasyonu ile ailelerin de katılımını sağlayarak Kurân-ı Kerîm`de en çok tekrar edilen Arapça kelimeleri öğretmek. Bu metotla Kurân-ı Kerîm`in manasını bilerek hissederek, erken yaşta ezberlenmesini sağlıyoruz. Eğitimimizin yüzde altmışı öğle öncesi İslami ilimler, yüzde kırkı ise öğleden sonra kültür dersleri, matematik gibi, fizik gibi… Devletin okullarda okuttuğu aynı kitaplar fakat İslamlaştırılarak. Türkiye değil orası, orada izin almadan okul açarsın ve devlet okul diplomasını tanıyor, dedim ya orası Türkiye değil. Okul için izin almaya gerek yok. Orası Amerika. Ben hukukçuyum, orada yaşadım. Sen şimdi “böyle şey olur mu? Irak’ta adam öldürüyor bunlar” dersin. Tamam, Irak’ta adam öldürüyor ama orda öyle. Sen inanmazsın ama benden söylemesi. İstersen inanma.

Estağfurullah hocam…

Çünkü insanlar inanmıyor. Oradaki iç sistem farklı. Orada çocuk beş yaşına geliyor, İngilizce harfleri bilmiyor, Arapça harflerini de bilmiyor. Geldiği ilk gün ona Arapça öğretiyoruz. “Es-selamun aleykum”, “Aleykum selam” tekrar tekrar bunu söylüyoruz. İlk öğrenecekleri ezber bu…

İkincisi; Suffe İslam Semineri “Suffe İslamic Seminary” diye İslam âlimi yetiştirecek bir okul kurduk. Amerika’da ilk defa… Ben oraya Diyanet’in gelmesini istedim, imkân söyledim ama öyle yalvarmam, fikir söylerim o kadar. Niye yalvaracağım, ümmete söylüyorum, işte metot, işte proje, parayı onlar bulsunlar. Ben de yok ki, ben tüccar değilim, sanayici değilim. Ama fikir var.

Yahu yan yana yine gelemiyoruz efendi, niye param parça. Ahirette Hz. Ömer karşımıza çıkıp yakana yapıştığı zaman “neden yan yana gelmediniz, neden yarım yarım oldunuz” sorduğunda ne diyeceksin. “Neden imkânlarınızı birleştirip sağlam güzel bir iş yapmadınız. Bu paramparça hal ile sen ne yapacaksın o ne yapacak”. Belki Hz. Ebubekir yumuşak, bir şey demez ama Hz. Ömer elinde sopasıyla bir girişirse, Hz. Musa asasıyla çıkıp gelse ne yapacağız. “Onların yolu, yol değildi” mi diyeceğiz. Yahu git yolu düzelt, hem beraber olun, hem düzelt…

Hocam kıymetli zamanınızı bize ayırdığınız için ve bu hoş sohbetiniz için çok teşekkür ederim.

Rica ederim, çok memnun oldum Saim kardeşim, Allah yardımcınız olsun.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0